VARLIĞIN SEMBOLÜ

İnsan, âdem, adam, kişi, birey…

Bazen özeli, bazen de geneli anlatan bu ifadeler benzer anlama gelse de aynılık itibarı ile kelimeleri birbirinden farklıdır. Ayrıca bu ifadelerin her birinin genel, felsefi, sosyolojik, psikolojik, mantıki anlamları da söz konusu. Üstelik öznel anlamlarla da yüklüdür bu ifadeler.

İnsan nedir veya kimdir, insan olmanın özellikleri nelerdir, insan niçin yaratılmıştır, insanın temel ihtiyaç ve hakları nelerdir, sadece şekil itibarı ile insan olunur mu?... gibisorular insanı tanımlamaya ve tanımaya yönelik akla gelen en basit ilk soru işaretleridir.

Önce insanı tanımlamak, tanımlanacak varlığın da bilinmesi, tanınması gerekir. Batının bilim ve felsefesi eski Yunan Mitolojisinden etkilenerek biyolojik ve fizyolojik benzerlikler gösteren hayvana göre insanı tanımlayarak insanı düşünen hayvan, alet yapan ve kullanan hayvan gibi yaklaşımlarda bulunmuş, diğer batılı bilim adamları da insanı değişik şekillerde tanımlamışlardır. İsveçli doğa bilgini Linnaeus canlıları sınıflandırırken insanı akıl, Benjamin Franklin araç yapıp kullanma, Erns Cassirer insanı simge kullanma ile izah etmeye çalışmıştır. Her ne kadar zamanın içerisinde bulunduğu şartlara göre bu fikirler ileri sürülmüş ise de bu düşünceler rutin bir hal alarak, klasik ifadelerden ve maddeci yaklaşımdan öteye gidememiştir. Dolayısıyla İlahi Hitabın muhatabı olan ve yaratılmışların en yücesi, mükemmeli diye belirtilen insanın dar kalıplarda ele alınması insana haksızlık olur herhalde.

Mevlâna insanı varlık ağacının meyvesi, Yunus Emre bir aşk ve sevgi sembolü kabul eder insanı. Ve Mevlâna; "Sen cihanın hazinesisin, cihan bir yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki âlemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgârdan başka nedir?" şeklinde tanımlar insanı. 

Dolayısıyla insanı tanımlamak, tanımak, insanın ihtiyaçları ve hakları hakkında konuşabilmek için öncelikle tarihin ilk dönemlerine, ilk insana, herkesin kabul ettiği Hz. Adem’e kadar uzanmak gerekir. İlk insan ve tarihin ilk seyirleri, yaşanılanlar, ilişkiler, nedenler, özellikler, sebep ve sonuçları itibarı ile ele alınırsa daha bilimsel, doğru bir yaklaşım olur.

Dahası öncelikle insan yaratılan olduğuna göre önce Yüce Yaradan’ın insanı nasıl tanımladığına bakmak gerekir. İnsan ile ilgili söyleneceklerin başında kendisine verilen değerden olacak ki İnsan Suresinde “İnsan (henüz) anılır bir şey değilken(yaratılmamışken) üzerinden uzun bir süre geçti.” buyrularak bugün bilimin, fennin de ispatladığı doğum öncesi sürecin varlığı, süreci vurgulanmaktadır. Yine “Şüphesiz Biz, insanı karışım halindeki az bir sudan (meniden) yarattık. Ve Onu da imtihan edeceğiz.” delili ve diğer burhanlar ile insanın sudan, alaktan, balçıktan, topraktan yaratıldığı, belli bir amaç için yaratıldığı, sadece yemek, içmek için dünyaya gelmediği, yine “…Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” tanımlaması ile insanın mükemmel bir şekilde zengin, güzel bir saray olduğuna dikkat çekilmiştir. İnsanların ve cinlerin ibadet için yaratılmaları da insanların başıboş yaratılmadıklarının en belirgin delillerinden bir tanesidir.

Önce insanı tanımak ve tanımlamak gerekir herhalde. Bir kere insan yaratılandır, darbı mesel haliyle eşrafı mahlûkattır, ekmeli mahlûkattır, ilahi hitabın muhatabın, kâinatın yaratılış sebebidir, alemlerin bütün nimetlerinin emrine sunulduğu akıl, ruh ve cihazatı ile canlılar içerisinde farkı olandır, farkındalıkları ile yaratılandır.

Ve tarih 10 Aralık… Her yıl bu tarihte Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanır. Ayın onu içine alınacak şekildeki hafta da Dünya İnsan Hakları ve Demokrasi Haftası olarak kabul edilir. Hem yine bu ay içinde Özürlüler Günü, Kadınlar Günü, Mevlâna Haftası da bir başka anlam katar bu günlere. Hele hele birlik, beraberlik ve kardeşliğin sembolü olan Bayramın da bu günlerde kutlanması bir başka güzel tevafuk ama…

1215 yılında İngiltere Kralına kabul ettirilen bildirge, Magna Charte (Magna Karta) İnsan Hakları kavramının ilk belgesi sayılmaktadır. Tarihsel öneme sahip İnsan Hakları konusunda yayınlanan bir diğer önemli bildirge, Amerika'da yayınlanan Bağımsızlık Bildirgesi'dir. Önemli bir diğer üçüncü bildirge de 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi'nden sonra yayınlanan "İnsan Hakları Bildirgesidir. Bu bildirgeleri, insan hakları ve özgürlükler alanındaki gelişmeler tabi ki takdire şayandır. Ama burada da sanki bir çifte standart söz konusu. Neden mi? Magna Charteden önce de tarih, insan olduğuna göre diğer olayları görmezlikten gelmek, ya da kayıt altına almamak bir çifte standart örneği gibi. Tarihe yön veren büyüklerimizin evlatlarına bizleri de kapsayan nasihatleri hala bugünkü tazeliğini korumuyor mu? 

1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, “insan haklarının anayasası” olarak tanımlanıyor. Ya Veda Hutbesindeki ölümsüz mesajlar, haklar insanlığın bir anayasasının özeti, biten insanlık hissiyatının yeniden ihyası değil midir?

İnsanlar arasında ırk, din, renk, yaş, cinsiyet ayırımı yapmadan sevgi, saygı, dostluk duygularını geliştirmek, insanın insan olmak haysiyeti ile sahip olması gereken hakların hepsine “İnsan Hakları” denir. Ve 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabulü ile ilan edilen olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, önsözüyle birlikte otuz maddeden oluşmakta. Bu maddelerde temel haklara, sosyal ekonomik ve kültürel haklara yer verilmektedir. İşte Birleşmiş Milletler çerçevesinde oluşturulan temel insan hakkı sözleşmelerini tümüne taraf olan Türkiye’nin de taraf olduğu BM’nin altı temel insan hakları sözleşmesi ve beyannamede dikkat çeken bazı maddeler:


            Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, İşkenceye Karşı Sözleşme, Irk Ayrımcılığının Önlenmesi Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi. Beyannamenin bazı maddelerine gelince;


              Bütün insanlar özgür; onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşçe davranmalıdırlar.  Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da herhangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu Bildirge ‘de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır. Hiç kimse işkenceye ya da acımasız, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza ya da muameleye uğratılamaz. Herkes, nerede olursa olsun, kişiliğinin tanınması hakkına sahiptir. 
Yasa önünde herkes eşittir ve herkes ayrım gözetilmeksizin yasanın koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma hakkını taşır. 

Asya ve Afrika başta olmak üzere dünya kan ağlıyor. Dünyada zulüm, çifte standart, işkence, ayrımcılık uç noktada, şiddet tarif edilmez halde. Gasp, tecavüz Avrupa ve Amerika’dan kalkmış Ortadoğu’da, Irak’ta kol geziyor. Savaşlar can alıyor, özürlüler haline feryat ediyor, terör hak, hukuk tanımıyor. Mevlâna ve güzellikler sadece lazım olduğunda kullanılıyor. Bildirgeyi hazırlayanlar, imzalayanlar maalesef aynı zamanda suçu işleyen taraf. Ve bir o kadar genelden özele insanlık kan ağlıyor. Ve insan sanki yeni bir tanım istiyor. Öte yandan bayram gelmiş kime ne. Artık bayramlarda çocuklar şeker bile toplamaya gelmiyor, şeker toplayan çocuklar ise asık surattan şikâyetçi.

​“Ne olacak. Öze dönüş ne zaman gerçekleşecek? Her şey olduk ama kendimiz olamadık” diyen Galiba yazısını yorumlayan okurumuz aslında her şeyi özetlemiş sanki.

İnsanlığı tanımlamak, tanımak kadar insanlığı algılamak da bir o kadar önemli olsa gerek. Nedense hep yeminler, anlaşmalar yazıda, sözde kalıyor. Bir türlü yazılanlara sadık kalamıyor insanlar, devletler. Galiba yapacağımız anlaşmalarda, verdiğimiz sözlerde unuttuğumuz bir konu var; Sadakat, samimiyet, doğruluk sevgi, saygı, muhabbet, fedakârlık,kardeşlik, insani değerler, şekilden öte de insan olarak kendini bularak gönül iklimde ıslanmak…