Buradaki son yazımın üzerinden (9 Mayıs 2023’den bu yazının “kaleme alındığı / yazıldığı” tarih 3 Aralık 2024) epeyce zaman geçmiş. Kendi yaşamımda bile o kadar çok şey değişti ki…
Aradan geçen bu kadar süre içinde neden geri döndüğümü kısaca bahsetmek isterim:
Yaşamda dostları olmalı insanın, “haydi” deyince, “tamam” dediğin. Bu platformda yazmamı teklif eden, değerli dostum, meslektaşım, Haberin Saati’nin Başyazarı Yücel Can kardeşimin, “neden yazmıyorsun?” sorusundaki ısrarı. İnsanın “mazeretlerin güvenli / güvensiz ortamından sıkılması” gerekiyormuş belki de…
İkinci gelişme yakın zamanda başka bir platformda yazmaya başlamış olmam, yine bir dostumun teklifiyle, ama inanın “Sivil Toplumun Sesi” adına yazma deneyimin bana yol gösterici oldu: Nasıl mı? Yıllarca üniversitelerde ders vermiş bir kişi olarak, anlattıklarınızın yazdıklarınızın ne kadar karşılık bulduğunu, öğrencilerinizin gözlerinin içine bakarak anlama alışkanlığım, beni yazma konusunda biraz rahatsız etti, işin doğrusu. Her ne kadar okuduğum bir kitapta, yazarın yazdığı o bir cümlenin adeta benim için söylenmiş olduğunu hissediyor olsam da, ben “interaktif / karşılıklı” iletişime, etkileşime açık biriyim. Yazın dünyasında da iletişim var aslında, benim bu konuda kendimi biraz daha geliştirmem gerekiyor. Bu konuda bana yardımcı olur musunuz? Yazmaya başladım çünkü ardımda “hoş seda” bırakmak istiyorum.
Bu yazıyı yazmadan önce diğer üç yazımı gözden geçirdim. Bundan önceki yazımda; “Farklı sivil toplum örgütlerinde gönüllü çalışmalar yürüten kişiler olarak bizler de temsil ettiğimiz gruplar gibi “kırılgan mıyız?”, çok mu “hassas”sız?,ya da “sessiz”iz…” diye sormuşum.
“Dert adamı söyletir”miş. Derdi olan insan derman arar (genelde). Derdine aşık olan sadece aşık imiş…
Toplumda biri bir adım öne çıkar ve hiç kimsenin görmediği bir konuyu kendine dert edinir, o veya bu yüzden. Dert edindiği şey öncelikle o kişi rahatsız ediyordur, gözüne takılıyordur, “keşke öyle olmasa” der ve harekete geçer. Kimse bir şey demeden “İNİSİYATİF” alır ve yapar.
Mesela ben; evden çıkıp metro durağına gidene kadar, yoldaki (arabaların geçtiği) cam şişeleri kaldırıp kenara koyuyorum (lastikçinin ekmek parasına engel oluyorum belki de:), kaldırımın ortasına öylesine bırakılmış kuş olmayan martıları (elektrikli, iki tekerli yeni moda bisikletle motorsiklet arası bir şey olan “scooter”) kaldırıp kenara çekiyorum, bir vesileyle adeta yere yüzü koyun kapaklanmış yatan dev martılar, görme engelli vatandaşlarımızın önünde engel olmasın diye. Sonra geçtiğim yerlerdeki bayrak direklerinde dalgalanan şanlı bayrağımıza “Türk Bayrağına” bakarım. Şehit ve gazilerimize (vefat edenlere) dua ederim içimden, Türk Bayrağı pırıl pırılise, içim huzurlu olur ama solmuş, yıpranmış ise üzülürüm, kızarım. Fotoğrafını, videosunu çekerim. İlgili kişiyi bulup söylerim. Çok tartıştığım oluyor, nadir de olsa teşekkür eden de oluyor, ancak çoğu bana; “sana ne?” diyor:(
Bu örnekler bireysel, bir de gönüllüsü, üyesi veya yönetiminde olduğum örgütlü yapılar, sivil toplum örgütleri, dernekler, vakıflar ve sendika var. Onlar da inşallah diğer yazılarımın konusu olur.
Su taşıyanlara “saka” denirmiş. Yıllar öncesinde yaşlı bir adam, bahçıvan olarak çalıştığı evin bahçesi için, dereden su getirirmiş günde üç kere. Suyu kovalara doldurup dönerken sağdaki kovadan inceden su akarmış, evin önüne gelene kadar neredeyse kovanın suyu yarıya kadar bolalırmış. Gel zaman git zaman, biri çıkıp onu uyarmış, “kovan delik, sen bu kovadan vazgeç” dese de, o duymazlığa gelmiş. Aradan geçen zaman için, o delik kovadan sızan su, meğer bahçıvanın yolun kenarına ektiği çiçek tohumlarını sularmış”…. (Cengiz Erşahin, Bilgelik Öyküleri - Çatlak Kova, Tutku Yayınları, 2009)
Dr. Özcan KARS / @ drozcankars
3 Aralık 2024 / 10:38